Ana içeriğe atla

Karışmaz


Mavi en sevdiğim renk ve en çok da denize yakışıyor, deyip yattığı yerden doğruldu, gözlerini denizin üzerinde bir şeyler arıyor gibi gezdirerek. Yanında hâlâ yatan Mustafa mırıldanan bir kedi gibi, dili ile dişi arasında gökyüzünün mavisi daha güzel bence, dedi. Sonra doğruldu ve hem biliyor musun denizin rengi yoktur, dedi. Boğazını temizleyip daha yüksek bir sesle. 
-Mavi denize yakışıyor diyorum, sen denizin rengi yok deyip beni yalanlamaya mı uğraşıyorsun ? 
Mustafa şaşırdı:
- Niye yalanlamış olayım ki sadece suyun renksiz olmasına rağmen denizin mavi görünmesinin garip bir durum olduğunu anlatmaya çalıştım o kadar.
Biraz durdu, saçlarının arasına parmaklarını geçirip kaşımaya başladı. Ne zaman kafası karışsa saçlarını böyle kaşırdı. Nasıl göründüğü hakkında bilgi sahibi değildi sanki çünkü bu haliyle çok komik görünüyordu.

Evet, dedi. Su renksiz ama deniz mavi , bazen de yeşil gibi .
Daha ilginç bir şey daha söyleyeyim mi, dedi Mustafa. Fikrinin kabul görmesi hoşuna gitmişti.
- Söyle, dedi. Neymiş ilginç olan?
-  Dedem iki denizin birleştiği yerde birbirine karışmadığını söylemişti. Aralarında görünmez bir duvar varmış. Garip değil mi?

Garip hem de çok garip ve de imkansız, suyun birbirine karışmaması bence mümkün değil, dedi.

Tekrar saçlarının arasına parmaklarını geçirdi, kafasını kaşıdı.  Hadi gidelim bu kadar saçmalamak bana bugünlük yetti, deyip  ayağa kalktı, bayırdan aşağı koşmaya başladı. Kısa çalıya benzeyen bitkilerle kaplı dar keçi yolunu takip ederek anayola indiler. 
Bugün her günden daha sıcak, daha nemli, dedi Mustafa ama o duymadı. Kafasına takılmıştı Mustafa'nın söyledikleri. Vakit öğleye yakın olmalıydı. Mustafa' nın dedesi bu saatlerde genellikle caminin avlusunda olurdu. Gidip ona sormaya karar verdi. Çünkü Mustafa'nın dedesi bütün bunları uydurmuş olamazdı, güvenilir biri olarak tanınırdı. Belki de Mustafa yanlış anlamıştır dedi kendi kendine. En iyisi ilk ağızdan öğrenmek.
Avluya girdiğinde düşündüğü gibi olmadığını görünce üzüldü çünkü avluda kimse yoktu. Camiye doğru ilerledi. Caminin girişine yaklaştığında dedenin içerde olduğunu görüp rahatladı. Mustafa' nın dedesi Hafız Osman, etrafına toplanan gençlerle konuşuyordu. İçeri girmek için ayakkabılarını çıkaracakken aklına babasının camiye abdest almadan girilmez dediği geldi ve şadırvana koştu.




   
 Hz. Adem, cennette  yasak ağaca yürür, şeytanın sözlerini aldanır ve sonsuza kadar cennete kalmak için meyveden yer. 
Hz. Havva ile birlikte cennetten kovulur.
“Ya Rab, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen kaybedenlerden oluruz, diye feryat ederler.
Hz. Adem ile Havva günahlarından dolayı gözyaşlarına boğulurlar, ağlarlar ve yalvarırlar.
-Ya Rabbi sana nasıl tevbe edelim, bize tevbeyi öğret, derler.

Allahu Teala Hz. Adem’e abdesti öğretir. 

-Ey Adem, harama yürüdüğün ayaklarını topuklarınla beraber yıka; yasak ağaca uzanan elini, harama uzanan elini dirseğinle beraber yıka. Harama baktığın yüzünü yıka, haram yediğin ağzını, kokladığın burnunu yıka. 

Abdest, Hz. Adem’in tevbesidir. Her abdest bir tevbedir aslında. 

Her abdestle dökülen sadece maddi kirler değil, günah kirleridir.

Abdesti böyle  anlattığını hatırladı Hafız Osman Dedenin.

 Elini, ağzını, burnunu, yüzünü, kollarını, ayaklarını yıkayarak  abdest aldı ve gönlü rahatlamış olarak içeri girdi. Gençlerin arasına oturdu ve Hafız Osman'ın sözlerini bitirmesini bekledi. İlk fırsatta da: "Hocam siz denizlerin birbirine karışmadığını söylemişsiniz, doğru mu?" diye kendini ortaya attı. Hafız Osman şaşırdı ve ben demiyorum Kur'an aracılığıyla Allah diyor,   dedi. Furkan suresi elli üçüncü ayeti okudu:

Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O´dur.
 
Ardından da Neml suresi altmış birinci ayeti:

(Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından (yer altından ve üstünden) nehirler akıtan, arz için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah´tan başka bir ilah mı var! 
Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar.

Sonra da ekledi, bunlar Allah'ın hükümleri evlat bunlarla Allah kimilerini saptırır, kimilerini doğru yola iletir.
Tekrar saçlarının arasına parmaklarını geçirip kaşımaya başladı. Hiçbir şey söylemeden ayakkabılarına doğru baktı ve ayağa kalkıp bana müsaade hafız dede, dedi ve dışarı fırladı. Sıcak biraz daha artmıştı. Ağaç gölgelerini takip ederek evin yolunu tuttu. Bir yandan da Hafız Osman Dede'nin dediklerini zihninden tekrarladı."Ben demiyorum Kur'an aracılığıyla Allah diyor." "Allah diyor. "

Eve gelir gelmez bilgisayarın başına geçti ve  denizler birbirine karışır mı, yazdı. Bilimsel ve güvenilir sitelerde okuduğu yazılar  Hafız Osman Dede'nin dedikleriyle aynıydı.

Denizlerin farklı yoğunluklarından kaynaklanan yüzey gerilimi, âdeta bir duvar gibi sularının birbirine karışmasını engeller.
Okyanuslar içinde büyük akıntılar vardır ki tuz oranı ve sıcaklık seviyeleri, içinden geçtiği okyanustan farklı olduğu halde, adeta bir damarın dokuyu besleyecek kanı iletmesi gibi hedef noktalarına iletilirler.


Kafasındaki iki su kütlesinin karşılaştığı yerde karışır fikri bu yazıyla birlikte çürümüş oldu. Peki ya dedi hiç mi karışmıyor ?
Başka yazılarda ona da  cevap buldu:
Birbirine karışmayan deniz olgusunu ortaya çıkaran bu duvar oluşumunun asıl nedeni tuzluluk ve sıcaklık farklarıdır. Okyanusun tuz seviyesinin üstünde tuz içeriğine sahip nehirler okyanus altından akarken, düşük tuz içerikli sular yukarıdan akarlar. 
Birbirine karışmayan deniz suları haloklin bariyerin (görünmeyen duvar) kalktığı uzak noktalarda karışırlar. Fakat geri dönüp haloklin bariyerin olduğu yere geldiğinizde burada haloklin bariyerin devam ettiğini ve yıllarca belki yüzyıllarca o bölgede haloklin bariyer olduğunu , kimyasal yapıları ve sıcaklıkları farklı suların bu noktalarda karışmadıklarını tespit edilmiştir.

Bu yazılar da kanıtlıyor ki "Şüphesiz Allah doğruyu söyledi." diyerek koltuğuna yaslanıp derin bir nefes aldı.






        Yazan: Murat Turunç 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hesap Kitap

                                            Kapıdan içeri girdiğinde gözleri bitmek bilmeyen kırmızı halının üzerindeydi. Ayaklarını yerde sürüyerek ilerlemeye başladı.  Karşısına çok iyi giyimli bir adam çıkıp da:  - Hoşgeldiniz efendim, diye durdurmasaydı halıyı zımparalamaya devam edecekti.  Adamı baştan aşağı süzdü. Boş bakışları yaklaşık yirmi saniye sürünce bu garip duruma daha fazla dayanamayan iyi giyimli adam hitabını yineledi: - Hoşgeldiniz efendim, buyrun şöyle oturun.  Bunu duyunca kendini çok önemli biriymiş gibi hissetti, sesini kalınlaştırarak:  - Hoşbuldum, hoşbuldum.  Eh, oturayım bari, dedi ve adamın gösterdiği yere yerleşti. Bir iki dakika sonra  kırmızı papyonlu başka bir adam geldi ve:  - Hoşgeldiniz, ne alırsınız? dedi. - Ne alayım? - Efendim lezzetli yemeklerimiz var. - O zaman çok açım, ...

Gök Genişliyor

Tophane sırtlarında o yüzyılın neredeyse en önemli  olaylarından biri yaşanıyordu. Civardaki  ahalinin uzun zamandır merakla beklediği, hakkında pek çok rivayetin dolaştığı kuleye benzeyen garip yapı, o gün devletin önemli paşalarının da katılımıyla büyük bir kalabalık eşliğinde hizmete açılıyordu. Bu, Osmanlı Devleti' nin ilk rasathanesi, bugünkü adıyla gözlemeviydi. Kalabalığın içindeki parlak kaftanlı, kızıl sakallı, her şeyi biliyormuş gibi duran adamın anlattıkları doğruysa bu bina, Hoca Saadettin ve Sokullu Mehmet Paşa'nın desteği ve padişah III. Murat'ın fermanıyla yapılmış ve tam on bin altına mâl olmuştu.  Kalabalığın önünde duran, adının Takiyüddin olduğunu sonradan öğrendiği kısa boylu, hafif şişman, büyük kavuklu bu adam Osmanlı'nın en önemli astronomlarından biriydi ve binadaki gökyüzü gözlemlerini yürütecek on altı kişinin sorumlusuydu.   Takiyüddin sadece gökbilimci değildi aynı zamanda o devrin en önemli mühendis, matematikçi,...

Horoz Hikayesi

          BALIKÇI BARINAĞINDAKİ HOROZ   “Aaah, yine  bir balık. Bu balıklardan ne zaman kurtulacağım!” “Tabiki de hiçbir zaman. Buradan çıkamadığımız sürece bu balıklardan kurtulman imkansız.” Bu sesler deniz kenarındaki mavi brandayla kapatılmış balık kasalarının yanından geliyordu. Artık kesinlikle alışıldık bir durum olan bu söylenmelerin kaynağı yaklaşık dört yıl önce gizemli bir şekilde balıkçı barınağında bulunan Huysuz horozdu. Gri, ince ayaklarının üç beş santimetre yanında pullu, ıslak bir balık duruyordu. Ağlardan kaçmaya çalıştığı belliydi. Karnının yanından incecik, ip gibi kan damlaları süzülüyordu. Zavallı balık. Horoz, ayağının dibindeki yaralı balığı itti. Artık bunlardan bıkmıştı. Bir balıkçı barınağında yaşamak gerçekten zordu. Hele ki bir horoz için. Bir de o horoz Huysuz ise daha da kötü. Zavallı tavuklar bütün gün Huysuz’ un söylenmelerini dinliyordu. “Neden bir balıkçı barınağındayım? Beni balı...